MODERN sosyalizm, özünde, bugünkü toplumda yaşayan varlıklılarla yoksullar, kapitalistlerle ücretli işçiler arasındaki uzlaşmaz sınıf karşıtlığını, öte yandan varolan üretimdeki anarşiyi tanımanın doğrudan ürünüdür. Ama, teorik biçimi ile modern sosyalizm, görünüşte, 18. yüzyıl büyük Fransız filozoflarının koydukları ilkelerin daha mantıklı bir genişlemesi gibidir. Her yeni teori gibi, modern sosyalizm de, kökleri maddesel ekonomik olguların derinliklerinde bulunmakla birlikte, önce eldeki hazır zihinsel birikime bağlanmak zorundaydı.
Fransa'da, yaklaşan devrim için zihinleri donatmış olan büyük adamların kendileri de son derece devrimciydiler. Herhangi bir dış otorite tanımıyorlardı. Din, doğa anlayışı, toplum, politik kurumlar – her şey, en amansız eleştiriden geçirildi: her şey sağduyu mahkemesi önünde varlığını haklı çıkarmak ya da varolmaktan vazgeçmek zorundaydı. Sağduyu, her şeyin biricik ölçüsü oldu. Hegel'in, önce insan kafasının ve onun düşüncesiyle varılan ilkelerin, bütün insan eyleminin ve topluluğunun temeli olmayı ileri sürdüğü anlamda; ama biraz sonra da, daha geniş bir anlamda, bu ilkelerle çelişki halinde bulunan gerçekliğin, gerçekte, tepetaklak edildiği anlamında dünya başüstü duruyordu, dediği tam o zamandı.[43*] O zamanki bütün toplum ve yönetim biçimleri, bütün eski geleneksel kavramlar, usa-aykırı bulunup hurdalığa atıldı; dünya, o zamana kadar, yalnız önyargılarla yönetilmişti; geçmişteki her şey, ancak acınmaya ve horgörülmeye yaraşırdı. Artık, ilk olarak, gün, [yani –ç.] sağduyunun egemenliği, doğmuştu; bundan böyle, boşinanın, haksızlığın, ayrıcalığın, baskının yerini, sonsuz gerçek, doğaya ve insanın elinden alınamaz haklarına dayanan kalımlı hak ve eşitlik alıyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.