Saint-Simon, büyük Fransız devriminin oğullarından biriydi; devrim patladığında, henüz otuzunda değildi. Devrim, avamın (tiers-etat), yani ulusun üretim ve ticaret alanında çalışan büyük yığınlarının, ayrıcalıklı ve boş gezen sınıflarına, soylulara ve papazlara karşı zaferiydi. Ama avamın zaferi, çabucak, bu "tabakanın" yalnız küçük bir bölümünün zaferi, bu "tabakanın" toplumsal olarak ayrıcalıklı kılınmış kesiminin, yani malı ve mülkü olan burjuvazinin politik iktidarı ele geçirmesi olarak belirdi. Ve burjuvazi, devrim sırasında, kısmen soyluların ve kilisenin elkonan ve sonra satışa çıkarılan topraklarındaki spekülasyonlarla ve kısmen de orduyla yaptığı sözleşmelere karıştırdığı hilelerle, ulusun sırtından, elbette çabucak gelişti. Fransa'yı, Directoire’ın buyruğunda, yıkımın eşiğine getiren, ve böylece Napoleon'a coup d'état[44*] için bahane yaratan, bu dolandırıcıların zorbalığıydı.
Bundan dolayı, Saint-Simon'a göre, avam ile ayrıcalıklı sınıflar arasındaki uzlaşmaz karşıtlık, "çalışanlar" ile "boş gezenler" arasında bir uzlaşmaz karşıtlık biçimini aldı. Boş gezenler, yalnız eski ayrıcalıklı sınıflar değil, üretime ve dağıtıma hiç katılmadan, kendi gelirleriyle geçinenlerin de tümüydü. Ve çalışanlar, ücretli işçilerden başka, fabrikatörler, tacirler, bankerlerdi. Boşgezenlerin, zihinsel (intellectuel) önderliği ve politik üstünlüğü yitirdikleri saptanmış ve sonunda devrimle karara bağlanmıştı. Malsız-mülksüz sınıfların da bu yetenekten yoksun olduğu, Saint-Simon'a kalırsa, terör döneminin deneyleriyle saptanmıştı. Öyleyse, kimin önderlik etmesi ve buyurması gerekiyordu? Saint-Simon'a göre, bilim ve sanayi, Reformdan beri dinsel fikirlerin o yitmiş birliğinin yenilenmesini mukadder kılan yeni bir dinsel bağla –zorunlu olarak gizemci ve baştan sona hiyerarşik bir "yeni hıristiyanlık" ile– birleştirilmişti. Ama bilim, bilginler; ve sanayi, her şeyden önce, çalışan burjuvalar, fabrikatörler, tacirler, bankerler demekti. Bu burjuvalar, Saint-Simon'a göre, elbette, toplumsal güvenlikleri olan bir çeşit kamu görevlileri haline gelmek niyetindeydiler; ama onlar, hâlâ, işçilerin vis-à-vis [karşısında –ç.] buyuran ve ekonomik bakımdan ayrıcalıklı bir konumda kalmak zorundaydılar. Kredilerin düzenlenmesi yoluya toplumsal üretimin yönetimi için özellikle bankerlere başvuruluyordu. Bu anlayış, Fransa'da modern sanayinin, ve onunla birlikte, burjuvazi ile proletarya arasındaki uçurumun ancak yeni ortaya çıkmakta olduğu bir çağla tam uygunluk halindeydi. Ama Saint-Simon'un özellikle önemli bulduğu şey budur: onu önce, ve bütün öbür şeylerden çok ilgilendiren, en kalabalık ve en yoksul sınıfın ("la classe la plus nombreuse et la plus pauvre") kaderidir.
Saint-Simon, daha Cenevre Mektupları'nda, şunu önerir: "herkes çalışmalıdır".[45*] Aynı yapıtında terör dönemini, malsız-mülksüz yığınların egemenliği olarak tanır. "Bakın" der onlara, "yoldaşlarımızın yönetiminde Fransa'da olana; yoldaşlarınız kıtlık getirdiler"[46*] Ama Fransız devrimini bir sınıf savaşı olarak tanımak ve yalnız soylularla burjuvalar arasında değil de, soylular ve burjuvalar ile malsız-mülksüzler arasında bir savaş olarak tanımak, 1802 yılında, pek anlamlı ve verimli bir buluştu. Saint-Simon, 1816'da, politikanın üretim bilimi olduğunu bildirdi; ve ekonominin politikayı tümüyle soğuracağını öngördü. Ekonomik koşulların politik kurumların temeli olduğu bilgisi, burada ancak embriyon halinde beliriyor. Bununla birlikte, burada şimdiden açıkça saptanan şey, insanlar üzerindeki politik düzenin, gelecekte, şeylerin yönetimine ve üretimin gözetimine dönüşeceği düşüncesidir – yani son zamanlarda üzerinde pek çok gürültü edilen "devletin ortadan kaldırılması”dır.
Saint-Simon, 1814'te, müttefiklerin Paris'e girmelerinin hemen ardından, ve yine, 1815'te, Yüz Gün savaşı sırasında, Fransa'nın İngiltere ile, ve sonra, bu iki ülkenin Almanya ile birleşmesinin, Avrupa'nın barış içinde ve başarıyla gelişmesi için biricik güvence olduğunu açıkça söyleyerek, çağdaşlarından üstünlüğünü bir daha gösterir. Fransızlara, 1815'te Waterloo zaferini kazananlarla bir birleşmeye gitmelerini öğütlemek, tarihsel sağgörü kadar yüreklilik de gerektirir.
Daha sonraki sosyalistlerin tam anlamıyla ekonomik olmayan düşüncelerinin aşağıyukan hepsi, onda embriyon halinde bulunduğu için, Saint-Simon'da engin bir görüş genişliğiyle karşılaşıyorsak, o günkü toplumsal koşulların gerçekten Fransızlara özgü ve nükteli, ama hiç de üstünkörü olmayan bir eleştirisini de Fourier'de buluyoruz. Fourier, burjuvaları, onların devrimden önce ortaya çıkmış peygamberlerini ve devrimden sonraki övgücülerini, kendi sözleriyle ele alır. Burjuva dünyasının maddesel ve moral sefaletini apaçık ve hiç acımadan ortaya kor. Bu sefaleti, daha önceki filozofların, yalnız sağduyunun egemen olacağı bir toplum, mutluluğun evrensel olacağı bir uygarlık, sonsuz bir insan yetkinliği üzerine gözleri kamaştırarak vaadettikleriyle ve çağının burjuva ideologlarının dünyayı tozpembe gösteren tumturaklı sözleriyle karşılaştırır. Her yerde, en bayağı gerçekliğin nasıl en tumturaklı sözlere karşılık olduğunu gösterir, ve tumturaklı sözlerin bu umutsuz fiyaskosunu o yüreğe işleyen alaycılığıyla yerer.
Fourier yalnız bir eleştirici delildir, serinkanlı ve duru yaradılışı, onu bir yergici yapmıştır ve o, gelmiş geçmiş yergicilerin herhalde en büyüklerinden biridir. Devrimin güçten düşmesi üzerine, artan dolandın ve vurgunları, ve o zamanki Fransız ticaretinde başat ve ona özgü olup dükkan dükkan dolaşan korkunç ruhu, aynı güç ve çekicilikle anlatır. Burjuva biçimi kadın-erkek ilişkileri, ve kadının burjuva toplumundaki durumu konusundaki eleştirileri daha da ustalıklıdır. Belirli bir toplumda kadına verilen özgürlüğün, genel olarak tanınan özgürlüğün doğal ölçüsü olduğunu ilk kez açıkça söyleyen odur.
Ama Fourier'nin en anlamlı yanı, toplum tarihi kavramındadır. Toplumun bütün tarihsel gidişini dört aşamaya ayırır – yabanıllık, barbarlık, ataerkillik, uygarlık. Bu sonuncusu, uygar, ya da burjuva denen bugünkü toplumla – yani 16. yüzyılla birlikte gelen toplumsal düzenle– özdeştir. Fourier, "barbarlığın basit bir biçimde yaşadığı her eksikliği, uygarlık aşamasının, karmaşık, belirsiz, iki anlamlı, iki yüzlü bir biçime yükselttiğini" – uygarlığın, çözmeye güç yetirmeksizin sürekli olarak yeniden yarattığı çelişkiler içinde, "bir kısır döngü"de ilerlediğini; bundan dolayı, ulaşmak istediğinin ya da ulaşmak ister göründüğünün tam karşıtına vardığını, öyle ki, örneğin, "uygarlık durumunda, yoksulluğun, aşırı bolluğun kendisinden doğduğunu" anlatır.
Fourier, gördüğümüz gibi, diyalektik yöntemi, çağdaşı Hegel kadar ustaca kullanır. Aynı diyalektiği kullanarak, sınırlanmaz insan yetkinliği konusunda söylenenleri çürütür. Her tarihsel evrenin bir yükselme dönemi ve bir de düşme dönemi vardır; ve o, bu gözlemi bütün insan soyunun geleceğine uygular. Kant'ın, bu dünyanın eninde sonunda yok olacağı düşüncesini doğa bilimine sokması gibi, Fourier insan soyunun eninde sonunda yok olacağı düşüncesini tarihsel bilime sokmuştur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.